• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

ilkeliyazilar

Hoş geldiniz!

Üyelik Girişi
Site Haritası
Takvim
Ufuk KARADAVUT
Türklerde Çevre Etiği
02/01/2018

İnsanoğlu yaratıldığı günden bu yana doğayı kullanarak bir şeyler yapabilmiştir. Yaptıklarında her zaman ya doğayı örnek almışlar ya da doğanın bizlere sunduğu nimetleri kullanarak bir şeyler yapmaya başlamışlardır. Ancak bunları yaparken doğanın hızlı bir şekilde dönüşmesine ve yok almasına göz yummuşlardır. Dönüşüm ilk zamanlar çok yavaş olduğundan dikkat çekmemiştir. Özellikle sanayileşme ile birlikte dönüşüm ve doğanın geri plana atılarak sanayileşme ve kentleşmenin ön plana çıkmasıyla birlikte ekolojik dengenin bozulması ve doğa-insan dengesinin doğanın aleyhine doğru bozulmaya başladığını görmekteyiz. Bazı alanlar yerel bazı bozulmalar görülse de aslında bunun zaman içerisinde yerellikten çıkıp dünya genelinde bir sorunun parçası olduğunu zaman içinde anlamaya başladık. Bunu anlamamıza rağmen ciddi tedbirlerinde alınmadığını görmekteyiz.

Çevrenin hızlı bir şekilde tahrip edilmeye başlaması sonucunda doğanın korunması ve ileriki nesillere aktarılmasını isteyen akımlar ortaya çıkmış ve korumacı yaklaşımlar destek bulmaya başlamıştır. Günümüzde görev alan korumacı siyaset uygulayan sivil toplum örgütlerinin önemli bir kısmı maalesef büyük firmaların sözcüsü ya da onların yaptıklarını hafifletme ya da üzerini perdelemenin ötesinde faaliyet göstermemektedirler. Çevre korumacı yaklaşıma sahip olan örgütlenmelerin aslında doğayı korumak ve olduğu gibi yaşatma temeline dayanması gerekirken, günümüzde bu düşünde kaybolmuş ve yerine doğaya uyumlu adı altında doğayı rahatça sömüren bir yapıya dönüşmüştür.

Çevre koruma bilinci ve düşüncesi aslında insanımızın doğasında vardı. Ancak zaman içerisinde içimize sinen acımasız kapitalizm nedeni ile kar-zarar düşüncesi sonucunda sürekli kazana dönüştü ve kazanmak içinde her ne olursa olsun yapılmalı şeklinde düşünceler oluştu. Bunun sonucu olarak da doğa ve doğa koruma düşüncesi gerilerde kalmaya başladı. Üretim için yapılan ve çılgınlık seviyesine ulaşan gayretlerimiz öncelikle etik düşüncesinin körlemesine ve önemsizleşmesine neden oldu. Daha sonraları ise elimizden her şeyin kayıp gittiğini gördük. Ekoloji kaynaklı politikaların üretilmemesi ve bu konuda yeterli gayretlerin gösterilmemesi nedeniyle söylenenler hep havada kalmıştır. Hatta öyle şeyler yaşanmıştır ki doğayı korumak isteyen gruplar zaman zaman terörist muamelesi dahi görmüşlerdir. Şu bir gerçek ki çevre koruma bakımından sözde çok konuşurken, uygulamada oldukça yetersiz kaldığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz.

Atalarımız her zaman için şimdilerde ekolojik ekonomi ya da bazı yerlerde ise sosyal ekonomi olarak adlandırdıkları kavramları isim vermeden kullanmışlardır. Çünkü Türk kültürü çevre korumasını en şiddetli bir şekilde önerirken, İslam dini ise zaten bunu bize emreder. Üretim yapılan alanlarda çevreyi esir almak ve onu istenilen şekilde yönlendirme çalışmaları yapılmıştır. İnsanın doğaya hükmetme isteği ve bunda kısmen başarılı olması aslında zaman içerisinde bizlere ağır bir şekilde geriye dönmeye başlamıştır. Kısa süreli şiddetli yapışlar ile oluşan seller, kuraklık tehlikesinin her boyutta artış göstermesi, çölleşmenin artmaya başlaması ve kontrol edilebilir sınırları geçmesi ve verim düşüklüğünün sonucu olarak gıda ürünlerinin miktar olarak azalması neden ile açlık tehlikesinin baş göstermesi bizlere alınması gereken ders olarak görülmelidir.

Çevreyi tüketmenin ve değersizleştirmenin yolu da acımasız kapitalistler tarafından bulunmuştur. ‘Eğer bir şey insan için değilse değersizdir’ cümlesi kullanılarak doğanın insanlık için kullanılması gerektiği vurgulanmaya başlanmıştır. Bunda bir noktaya kadar haklılık payları vardı. Doğayı kullanmalıydık. Ancak günümüzdeki gibi hoyratça ve zalimce olmamalıydı. Daha insancıl ve daha korumacı olmalıydık. Doğal kaynakları tüketirken sürdürülebilirlik ilkesini göz ardı etmemeliydik. Elbette bunların arka planında etik değerlerin kaybolması ve etik değerlerden yoksun acımasız bir şekilde harcayan insanlar olduk.

İslamiyet öncesinde şaman inancının yoğun olduğu dönemlerde Türkler doğanın kıymetini insanlığa sağladığı fayda miktarından ziyade doğanın özü itibariyle katığı değer olarak görmüşlerdir. Doğadaki canlı ya da cansız her şeyin bir ruhunun olduğu ve bu ruha acımasız davranılırsa bir şekilde insanlıktan hesap soracağına inanılırdı. Bu inanç bizleri bir şekilde yönlendirmekte ve manevi olarak bir yapılanmaya götürürdü. Hatta bunu biraz daha ileri götürürsek, bu dönemde doğa bir bütünlük kavramı içerisinde değerlendirişmiş ve doğanın insanlar ile Allah arasındaki bağı sağlayan bir aracı olarak görülmüştür. Böylece doğanın korunması gerektiğine inanılmış ve doğanın korunduğu sürece Allah ile olan bağın kopmayacağı şeklinde bir inanç sitemi oluşmuştur. Alsında bu o zaman için kendiliğinden gelişen etik bir değerler bütününü içermektedir. Daha sonraları ise Türklerin Müslüman olmaları ile birlikte bu düşünce biraz içerik değiştirerek doğadaki her şeyin Allah’ı zikrettiği ve bu nedenle korunmaları gerektiği düşüncesi yerleşmeye başlamıştır. Böylece önceden var olan düşünceler daha kuvvetlenmiş ve doğanın aslında emanet olduğu ve emanete hıyanet edilmemesi gerektiği fikri yerleşmiştir.

Aslında bakılırsa İslamiyet öncesi Türk inanışlarında da ve özellikle şaman inancında doğada yer alan canlı cansız her türlü varlığın aslında canlı olduğu ve onların yaşamımın bir parçası olarak görülmesi gerektiğine inanılmıştır. Bu derin bir ekolojik yaklaşımın bir parçası olarak görebiliriz. Burada belirtilen şeyler aslında hemen herkesin ortak değerleridir. Ortak değerlerin korunması ile gelecek korunabilecektir. Dünyayı bir bütün halinde gören düşünce sisteminde doğa-insan ve Tanrı ilişkisi ön plana çıkmıştır. Bir derinlik vardır ve derinliğin arkasında ise sıkı bağlar vardır. Bağların zayıflaması ya da tamamen kopması ile birlikte inanç sisteminde yer alan inanç sisteminde zayıflama ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak sadece çevre değil aynı zamanda insanda insanlıktan çıkmaya başlamaktadır. Aslına bakılırsa sadece şamanlıkta olan bir düşünce şekli değildir. Aynı düşünce Türklerin İslamiyet öncesi sahip oldukları inanç sistemlerinin önemli bir kısmında yer almıştır.  İslam ile birlikte bu düşünce sistemi artık sistemleşmiş en iyi halini almıştır.

Türkler İslam dini ile tanışmalarında kısa bir sürede toplu olarak İslam dinine geçmişlerdir. İslam dini doğayı bir “Allahın insanlığa sunduğu bir nimet” olarak gördüğü için doğanın sadece insan için var olması gerektiği düşüncesinin ötesinde doğanın kendisi içinde bir değer olduğunu vurgular. Doğada var olan canlı ya da cansız olarak tanımlanan her şeyin anlamı olduğu ve bu anlamın bilinmesinin hayatın bilinmesi bakımından gerekli olduğu vurgulanır. Bu düşünce ile insanoğlunun doğaya sahip olma ve ona hükmetme düşüncesi Türklerde hiçbir zaman olmamıştır. Aksine doğa ile birlikte yaşama ve doğa ile birlikte var olma düşüncesi hâkim olmuştur. Ancak günümüzde Türk insanının Türklüğünde ve İslamlığında yaşanan bozulmalar doğaya bakış açısının da hızlı bir şekilde değiştirmiştir.

Tarihi açıdan Türk düşünce hayat incelendiğinde her devirde mutlaka çevre ve çevrenin korunmasına dikkat çekilmiştir. Adı konulmasa bile etik değerlerin yaşandığı ve yaşatılmasına özel önem gösterildiğini görebiliriz. Bu konu özellikle yöneticiler ve toplumu yönlendirenler tarafından öylesine benimsetilmiştir ki toplumsal bir yapılanma ile çevre etiği ve ahlakı bilinçaltına işlemiş ve Türkler doğayı koruma açısından özel olarak yetiştirilmişlerdir diyebiliriz. Örneğin Korkut Ata ya da Dede Korkut olarak bilinen atalara atası ağaç ve çevre konularında yüzyıllar öncesinden söyledikleri dikkat çekicidir. Ağaç Türk kültüründe ve inanç sisteminde Gök Tanrı’ya ulaşmanın bir sembolü idi. Hatta içeriği ve ağacın şekli değişse bile bazı ağaçlara dilek için bez parçaları bağlanması İslam öncesi Türk geleneğinin bozularak günümüze gelen bir şekli olarak değerlendirilebilir. Yine Gök Tanrı inancında çevrenin korunması bakımından halkın uyarılması dikkat çekicidir. Akarsuların ve derelerin kesinlikle kirletilmemesi gerektiği ve çevrenin korunması prensiplerinin ad konulmadan uygulanması aslında çevre etiğinin Türklere İslam öncesinden var olduğunu göstermektedir.  Çünkü çevre koruma ve duyarlılığının aynı zamanda tanrısal bir özelliğe sahip olduğu düşünülmektedir. Mesela Hıdırellez şenliklerinde Hızır (AS)’nin yeryüzüne indiğinde dilekleri kabul edeceği inancı ile insanlarımız dileklerini ya akarsuya ya da gül ağacının dibine gömerlerdi. Aslında burada verilemk istenen suyunuzu, toprağınızı ve ağaçlarını koruyun demektir.

Doğanın ilk tahrip edilmeye başlaması ateşin bulunmasıyla başladığına inanılır. Ateşin bulunmasıyla birlikte doğanın tahribatı belirginleşmeye ve somutlaşmaya başlamıştır. Ancak yangınlar ve ateşin kullanımı 1765 yılında ortaya çıkan endüstri devrimi ile kendini derinden hissettirmeye başlamıştır. Bunu 1870 yılında üretilen elektriğin demir üretiminde kullanılmasıyla çevrenin tahribatı artmıştır. Önceleri Fordist üretim ve sonraları ise Bilgi üretimi toplumu aşamalarına kadar geçen sürelerde doğa en ağır darbeyi almıştır. Halen daha da almaya devam etmektedir. Bu dönemlerde Osmanlı devletinin yetkilileri her şeye rağmen doğanın korunması bakımından bir şeyler yapmaya çalışmışlardır. Ancak kaynak kullanımındaki artış ve inanılmaz dereceye ulaşan kaynak israfı sonucunda çevre açısından çok şeyin kaybedilmesine neden olmuştur. Ancak bundan sonra genel anlamda etik ve daha sonra da bunun bir parçası olan çevre etiği kavramları kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle sanayi devrimi ve sonrasında Avrupa’da çevre koruma bakımından neredeyse hiçbir çalışma yapılmamıştır.

Türk-İslam kültüründe ise çevre ve çevre etiği kavramaları biraz daha somutlaşmaya başlamıştır. Kuralları ve uyarıları olan yazılı hale gelmeye başlamıştır. Usul-ü Hikmeti Terbiye (Doğa Felsefesine Giriş) kitabı bu konuda verilebilecek çok güzel bir kaynak niteliğindedir. Uzun yıllar ders kitabı olarak okullarda okutulmuştur. Ancak zaman içersinde vahşi kapitalizmin benliğimiz ele geçirmesi ile birlikte çevreye olan duyarlılığımızda da azalmalar görülmeye başlanmıştır. Zaman ilerledikçe ve kazanma hırsı her şeyin önüne geçince ne çevre ne de etik ortalıktan çekilmiştir. Gerek atalarımızın bizlere tavsiyeleri ve gerekse de dinimizin üzerinde özellikle durduğu ancak önemsizleştirilen ve yok edilen değerlerimiz gibi doğada geri plana atılmış ve görmezden gelinmiştir. Bunu yaparak kutsal kitabımızdaki pek çok emri ve tavsiyeyi de önemsizleştirdik.  



1055 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Virüs fırtınasından sonra Enfeksiyon saldırısı - 26/12/2022
Virüs fırtınasından sonra Enfeksiyon saldırısı
Sıfır Emisyon Mümkün mü? - 14/12/2021
Sıfır Emisyon Mümkün mü?
Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi - 01/07/2021
Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi
Salgın Hastalıkların Kısa Tarihi - 15/06/2021
Salgın Hastalıkların Kısa Tarihi
Kitlesel Yokoluşlar Üzerine - 02/06/2020
Kitlesel Yokoluşlar Üzerine
Yoksulluk Algısı Araştırması-3 - 09/01/2020
Yoksulluk Algısı Araştırması-3
Tarım Kredi Raporu - 16/12/2019
Tarım Kredi Raporu
Kaçak Zeytinyağı Yerli Zeytinyağı Savaşı - 26/11/2019
Kaçak Zeytinyağı Yerli Zeytinyağı Savaşı
Tarımsal Alandaki İddialara Dair... - 26/11/2019
Tarımsal Alandaki İddialara Dair...
 Devamı
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar35.037435.1778
Euro36.390736.5365
Hava Durumu
Saat